19 Ağustos 2013 Pazartesi

Bir Eşi Olmalı İnsanın – Can YÜCEL

Bir Eşi Olmalı İnsanın!
Bakarken yüreğinin kabardığı,
Gözlerinden gözlerine yüreğinin aktığı…
Aşık olduğu bir eşi olmalı!

Sabah gözlerini açtığında, yanında olduğunu görüp,
Şükürler etmeli Yaradana.
Koklamalı saçlarını uyuyan eşine şefkatle bakıp,
Usulca dokunmalı yüzüne.

Bir eşi olmalı insanın!
Varlığını hissedebilmek için.
Parmakları titremeli, incitirim korkusuyla.
Sürekli çağlayan bir pınar olmalı gönlü..
Kramplar girmeli midesine,
Onsuzluk aklına geldikçe!

Bir eşi olmalı insanın!
Rüzgar O’nun kokusunu getirmeli,
Yağmur O’nun sesini.
Elleri yanmalı ellerini tutabilmek için.
Akşam O’nu görecek diye, pırpır etmeli yüreği.
Kelebekler gibi olmalı insanın kalbi.
Ayakları birbirine dolaşmalı heyecandan, eve dönerken eşi.
Beklemek asırlar gibi uzun gelmeli.
Gelişi ile sonsuz bir nur dolmalı içine.

Bir eşi olmalı insanın!
Yüzüne baktığında, konuşmadan anlamalı derdini,
Tasasını, öfkesini, sevincini, coşkusunu..
Güven duymalı, her şeyiyle.
Başını göğsüne koyup huzurla uyuyabilmeli,
Tüm düşüncelerinden arınmış olarak.
Babası, abisi, arkadaşı, dostu, sırdaşı, anası, çocuğu olmalı..
Şımarabilmeli yanında.
Kıskanılmalı zaman zaman da..

Bir eşi olmalı insanın!
Sabah yolcularken işine, içi acımalı,
Daha yollarken özlemeye başlamalı.
Seni şimdiden özledim!

Bir eşi olmalı insanın!
Akşam dönüşünü beklemeli sabırsızlıkla.
Gözleri yollarda kalmalı
Ve kapıyı çalmadan açmalı..
Aşkla karşılamalı,
Hasretle sarılmalı boynuna,
Özlemle koklayıp öpmeli,
Yıllarca uzak kalmışçasına!

Bir eşi olmalı insanın!
Her günü bir başka güzel olmalı yaşamın,
Bir başka özel, bir başka soluklanmalı her anında.
Verdiği hiçbir şeyin yeterli olmadığını düşünüp, kahrolmalı,
Daha fazla ne yapabilirim diye düşünmeli.

Bir eşi olmalı insanın!
Cennetten köşe almışçasına
Sevdiği, sakındığı, bakmaya kıyamadığı..
Her bir hücresinden aşkın fışkırdığı,
Çölde okyanusu yaşadığı bir eşi olmalı insanın!
Ben seni ölene dek seveceğim boş laf !
Ben seni sevdikçe ölmeyeceğim..

18 Ağustos 2013 Pazar

Twitter ve Facebook Kullanan, Seven, Sevmeyen Herkese İthafen!

Bu seferki hep farklıdır. Her defasında farklı olduğunu kendi kendine kanıtlama çabası içine girerken üretebildiğin en güzel bahane o sefer her şeyin farklı oluşudur. Öyle hissedersin, öyle görürsün, öyle görmek istersin. Farklı olmak insanoğlunun en büyük zaafı değil midir? Farklı bir özelliğin varsa ortaya çıkarmaya, herkesin gözüne gözüne sokmaya çalışırsın. Mutlu olduğunu diğerlerinin de görmesini, imrenmesini istersin. Belki de görmesini özellikle istediğin insanlar için yaparsın bunu.
Şimdi yaşanan aşkların, ilişkilerin de sosyal ağlarda yapış yapış oluşu tam da bundan dolayı.Birine bi’ şey mi hissediyorsun yaz tweeti, sok lafı tamam. Biriyle mi berabersin, hemen bir fotoğraf ve ardından arkadaşlarının beğenme sürecini izlediğin saçma haz. Düşünüyorum da, bu kadar ucuzlamış mı her şey? Hayır. İnsanlar ucuz belki de? Hayır. O zaman hisler basit? Ona da hayır.Hayat tam da bu kadar basit sadece. İlgi görme, sevilme ve beğendirme ihtiyacı gün geçtikçe ve insanlar yalnızlaştıkça kendi içlerine, daha çok belli ediyor kendisini de. Kendimize olan saygımızı bile umursamadan bilgisayarın tuşlarına tüm duygularımızı bırakıveriyoruz işte, hepsi bu.
Bir de bunu eleştirmekten öte, sanki çok aşağılıkça bir şey yapılıyormuşçasına protesto eden ve kendini çok özel sanan bir grup var. Bu gruptaki insanlar eleştirdikleri o sosyal ağların başından kalkmaz ama hiç bir şey paylaşmazlar. Sorsanız iletişim için, takip etmek için vs. gibi cevaplar alırsınız. Şaşırmamak gerek. Türkiye’de dizi izleme oranının yüksekliği kadar “Ben dizi izlemiyorum” diyen insan var. “Kim verdi bu kadar oyu?” diye soruyorduk ya işte, aynı kapı.
Olaylara yukarıdan, aşağıdan, objektif bakmayı bırakmak gerek biraz. Olay yerinin tam göbeğinden yani içimizden ve aklımızdan geçenlere bakmamız yeterli anlamak için. Farklı olmaya çalışmayı anlamak, artık eleştirdiğimiz insanlara kızmayı bırakmamızı ve sadece onları anlamamızı sağlayacak. O fark ediş anında ortada ne Facebook ne Twitter ne başka sanal sosyalleşme aracı kalacak. Ümitsizim ama yine de umutlarım hala var. Dolu tarafından bakmak enayilik, aptallık ve saflıksa ben bunu seçiyorum ve herkese de öneriyorum. En azından cool olmaya çalışıp eline yüzüne bulaştıran kesimde olmak yerine, hala çocukça ve safça duygularını ortalık yerde söylemeye cesareti olanların içindeki o heyecana saygı duyabiliyorum.
Siz de deneyin, pişman olmayacaksınız!

Umutsuzluk Bir Günah Gibi

Hayatı düşünüyorum. Kötülükleri, iyilikleri… Kötüyle iyinin mücadelesi var her an. Güzelle çirkinin… Her zaman bu kadar keskin değil sınırları, karışıyor birbirine, bulanıklaşıyor bazen. Ancak bir ibre var ki o her zaman doğru yönü gösteriyor. Bozulmayan bir pusula var. Vicdan diyoruz ona. Belki sayfalarca üzerine yazılacak, hatta kitaplar doldurulacak bir konu… Emin olduğum şey onu hep dinlememiz gerektiği. Dinlemeyince dünyada cehennemi yaşarsın.

Başımıza iyi kötü bir şeyler geliyor hayatta. Zaman akıyor. Anlamını çözemediysen, yaşamıyorsun; burada olsan bile.

Belki pek kötü deneyimim olmadığından dolayı böyleyim, bilmiyorum, büyük bir acı çek o zaman görürüm seni diyebilirsiniz… Ama her zaman umut ışığı görüyorum. Umutsuzluk bir günah gibi… İyiliğin hakim olacağını düşünüyorum hayata. Temiz bir kalbin gücünü yenecek kötülük bulunmadı daha.

Özgür iradesi vardır insanın. Ancak bazen onun dışında gelişir olaylar, hayatını etkiler. Hüzünlendirir seni sürüklendiğini düşündüğün yol. Yolun sonuna geldiğinde ise orada çok mutlu olduğunu görürsün, bunu baştan bilemezdin.

Ufuk çizgisine varmadan kaybetme ümidini. Orada iyi şeyler göreceğini düşün hep, buna emin ol. Arada üzülsen de, kahrolsan da umuda sarıl tekrar.

Yolun sonunda iyilikler, güzellikler bekliyor seni.

Yolun sonu neresi peki?

Öyküye bağlı.

Sana bağlı.

Her daim umutla ve sevgiyle ibrenin gösterdiği yöne, akıl eşliğinde…

17 Ağustos 2013 Cumartesi

Hayatımıza dair acı gerçek: Steve Jobs nasıl inşaat sektörüne girdi, Apple neden çimento fabrikası açtı?

Steve Jobs, LSD kullanmayı bırakıp, Hindistan'a yaptığı gezinin akabinde tanıştığı zen Budizm ile "aydınlandıktan" sonra Amerika'ya döndü. Apple'ı 1976 yılında ortakları Steve Wozniak ve Ronald Wayne ile birlikte kurdu.
Bugün 80.000 kişinin çalıştığı şirketin 2012 cirosu 156 milyar dolar. Bu rakam Hırvatistan'ın gayri safi milli hasılasının 3, Sırbistan'ın 5, Gürcistan'ınsa 10 katı. Eğer Apple bir ülke olsaydı, cirosu ile dünyanın en büyük 55. ekonomisi olacaktı.
Şirketin yıllık karı yaklaşık 42 milyar dolar, AR-GE çalışmalarına ayrılan pay ise 3,4 milyar dolar.
Ar-ge çalışmalarının en başarılı sonuçlarından biri Iphone. 2004 yılında "Project purple" adıyla başlayan proje için Apple tarafından 1.000 kişilik bir takım oluşturuldu, 30 ayda yaklaşık 150 milyon dolar para harcandı ve 2007 yılında ilk Iphone satışa sunuldu. Şirket bugüne kadar 250 milyondan fazla Iphone sattı. Bir başka ifadeyle dünyada yaşayan her 30 kişiden 1 tanesinde Iphone var.
Steve Jobs Türkiye'de Yaşasaydı?
Ancak eğer Steve Jobs Türkiye'de yaşasaydı bunların hiçbiri mümkün olmayacaktı. Steve Jobs muhtemelen 80 darbesi döneminde hapishaneye atılacak, sonra da silinip giden hayatlardan bir tanesi olacaktı. LSD kullanan, zen Budist olan birinin Türkiye gibi bir sosyal atmosferde bilişim sektörüne yatırım yaparak, bu işten para kazanması makul hayatın dinamiklerine uygun değil.
Yine de Türkiye'nin bir Apple çıkartamamasının tek nedeni bir takım tarihi vakialar değil. Tersine, bu tarihi vakalara sebebiyet veren, insanların yaratıcılığını yok eden, inovasyon, araştırma geliştirme gibi alanlar yerine başka alanlara yönelmesine neden olan yapı.
Öncelikle iklim buna uygun olmalı. Apple Türkiye'de faaliyet gösteren bir şirket olsaydı, 30 ay boyunca 150 milyon dolarlık bir yatırım yapmadan önce bu yatırımın alternatiflere göre ekonomik bir rasyonel taşımasını beklerdi. Örneğin rakip herhangi bir şirket 150 milyon dolarlık bir kaynakla 3 yıl içerisinde kısa sürede kar oranı düşük de olsa farklı projelere yapacağı yatırımla para kazanabiliyorsa, Apple gibi bir şirketin doğrudan bilişim sektörüne yatırımın yapmasının kendisi için rasyonel olduğunu söylemek mümkün değil.
AR-GE mühendisleri ağaçta yetişmez
Böyle bir şirketin aynı zamanda istihdam edeceği 1000 kadar nitelikli AR-GE mühendisine ihtiyacı da bulunur. YÖK gibi bir sistem altında ezilen üniversitelerde, bağımsız bilgi oluşturma ve bunu tekniğe uygulama yeteneği olan mühendisler çıkmıyorsa böyle bir projenin hayata geçme şansı da yoktur. Bu 1000 kadar nitelikli AR-GE mühendisi pratik hayat tecrübesine de sahip olmalı, iş deneyimi ile bilimsel bilginin en uygun maliyetlerle teknik bilgiye dönüştürülmesi için gereken melekelere de kavuşmuş olmalıdır. Bir milyon kişi başına 884 ar-ge mühendisinin düştüğü bir ülkede, böyle bir rekabet alanı asla toplumsal bir deneyim kotasına ulaşamayacağı için de Apple, Iphone geliştirmek için gereken nitelikli Ar-ge mühendislerini asla bulamaz.
AR-GE mühendisleri ağaçlarda yetişmezler. Apple gibi bir şirketin var olabilmesi için bağımsız ve dünya standartlarında eğitim veren üniversitelere ihtiyacı var. Bunun için gereken asgari şart, bu üniversitelerde eğitim görenler ile bu üniversitelerde eğitim verenlerin de bağımsız bir şekilde bilgi üretebilecek olanaklara sahip olmasıdır. ODTÜ'nün bir düşman unsur gibi konumlandırıldığı, üniversite öğrencilerinin "molotoflu teröristler" olarak lanse edildiği, üniversite sisteminin bütününün ağır bir sansür ve baskı altında yaşadığı, anayasa konusundaki tartışmalara ülkenin dört tarafına yayılmış hukuk fakültelerinin bile hiçbir katkı sunamadığı bir politik atmosferde Apple gibi bir şirket çıkmaz. Üniversitelerde fikir ve ifade özgürlüğü yoksa, AR-GE mühendisi de bulamazsınız.
Denetlenmemiş bir iktidar kamu kaynaklarını politik çıkarına göre kullanır
Fikir ve ifade özgürlüğü sadece üniversitelerin kalitesini arttırmaz. Aynı zamanda toplumun genel seviyesini de yükseğe çeker. Basın özgürlüğü bakımından dünyada 179 ülke arasında 154. sırada olan bir ülkede toplum kendi iktidarını denetleme gücünü de kaybeder. Denetlenmemiş bir iktidar ise, yönettiği kamu kaynaklarını demokratik bir toplumun temel ilkelerine göre değil, kendi politik çıkarlarına göre kullanır.
Eğer ABD'de fikir ve ifade özgürlüğü olmasaydı ve basın denetim görevini yerine getiremeseydi, iki temel sonuçla karşı karşıya kalırdık. Birincisi, ABD yönetimi geniş kamu kaynaklarını objektif ölçütlerle değil, kendi yönetimini finanse edecek sermaye gruplarına dağıtmaya başlardı. Bunu öyle büyük bir hızla ve o kadar fütursuzca yapabilirdi ki, Apple gibi "demokrat" tandanslı bir şirketin örneğin George Bush döneminde hayatta kalabilme ihtimali azalırdı. Onun yerine büyük petrol şirketleri ve silah lobileri ile birlikte, geleneksel sektörlere dağıtılan kamu kaynakları ile ortaya çıkan "zenginler sınıfı" Apple'ın kar marjlarının çok üstünde karlarla ve çok daha kolay bir yolla para kazanarak Apple gibi şirketlerin marjinalize olmasına yol açabilirdi. Bu elbette ABD gibi bir ülkede diğer ülkelere göre geçerliliği zayıf bir senaryodur. Bunun iki temel sebebi var, birincisi ABD tarihi içerisinde "özel sermaye" kamu sermayesinden daha yüksek bir birikime erişmiştir ve sadece özel kişilere satış yapan şirketler de belirli bir süre yaşayabilir. İkincisi, ABD yönetimine gelen herhangi bir politik grubun ABD'nin mali kütlesini oluşturan bütün gruplarla şu veya bu şekilde bir bağlantısı olmak zorundadır.
Tam da bu durum, Türkiye'deki gelişmelerin tam tersini işaret ediyor. Türkiye'de hala piyasalarda temel oyuncu yılda 350 milyar TL'lik devasa bir harcama yapan devletin kendisi. Dolayısıyla "devletten iş almak" herhangi bir şirket için AR-GE'ye para harcamak, yıllarca sürecek yatırımlar yapmak, varolmayan AR-GE mühendislerini aramak, teknoloji geliştirmek, üretime geçmek, nitelikli bir şekilde aynı standartta bu ürünleri üretecek bir üretim ağı oluşturmak, sonra üretinlen ürünleri taşımak, depolamak, reklam ve pazarlamasını yapmak, daha sonra da satılan ürünlerin teknik desteğini verecek bir ağ oluşturmaktan çok daha "hızlı"dır. Onun yerine devletin zaten satın alacağı ihalelere girerek, tek bir müşteriye çalışmak, basit bir şekilde istenilen hizmeti sunmak ve belirli bir kar ile işi teslim etmek "pratik" ve akılcı bir çözüm olacaktır.
Kamu kaynakları nasıl dağıtılıyor?
Türkiye'de de bu yüzden bütün sorunları gösteren esas unsur kamu kaynaklarının nasıl dağıtıldığı meselesidir. Çünkü bu sorun, aynı zamanda bu verimsiz sistemin bütün aygıtlarını da deşifre etmektedir.
1- Yasama denetimi pratikte yoktur. Seçim sistemi yüzünden milletvekilleri esasında "halk" tarafından seçilmemektedir. Milletvekilleri listeleri hazırlayan genel başkanlar tarafından seçilmektedir. Seçimde ilk kriter temsilcinin temsil ettiği kitledeki karşılığı veya milletvekilinin seçildiği bölgede halk tarafından ne kadar desteklendiği değil, onu oraya yazan genel başkana olan sadakatidir. Bu yüzden seçmen milletvekilinin kim olduğunu bilmez veya umursamaz. Oy verilen kişi çoğu durumda milletvekilinin bizzat kendisi değil, onu oraya yazan genel başkan / parti kimliğidir. Bu yüzden "seçilen" milletvekilleri kendilerini "seçen"i temsil ederler. Temsil ettikleri de halk değil genel başkanlar olduğu için, genel başkanın başkanlık ettiği bir hükümetin eylemlerini denetleme şansları da bulunmamaktadır.
2- Yasama adına denetim yapan kamu kurumları denetim yetkisini kaybetmiştir. Örneğin Sayıştay Kanunu'nda yapılan son düzenlemeler ile Sayıştay objektif olarak hükümeti denetleme imkanlarından yoksun bırakılmıştır. Personel yapısı da "mesleki kriterler" ve "liyakat" yerine politik bağlılık kriterine göre değiştirilen kurum, hükümeti denetleme değil iktidarın açıklarını kapatma arabirimine dönüşmüş durumdadır.
3- Yargı erki, yürütmeden bağımsız değildir. Dolayısıyla yargı objektif bir denetim yapabilme olanağını da kaybetmiştir. Hakim ve savcıların mesleki kariyerleri hakkında karar veren HSYK'ya Adalet Bakanı'nın başkanlık etmesinin yanı sıra, HSYK üyelerinin tamamı da hala tartışılan bir seçim sonucunda hükümet adayları arasından seçilmiştir. Hakim ve savcıların bağımsızlığı ve görevlerine ilişkin talimatlar bütünüyle kağıt üstünde kalmıştır. Hükümet tarafından tek elden hakimlerin yerleri değiştirilmekte, bir dava devam ederken görevlerinden alınmakta, muhalif hakimler sistem dışına itilmekte, politik olarak belirli bir mefkurenin temsilcileri ise yükseltilmektedir. Bu durum yüksek yargıya da sirayet etmiş, Yargıtay ve Danıştay seçimlerinden sonra Bülent Arınç "Allah verdikçe veriyor" diyerek bu durumu gözler önüne sermiştir.
4- Basın özgürlüğü yoktur. Medya gruplarının üzerinde ne tipte bir baskı olduğunu artık herkes biliyor. Bu baskıyı mümkün hale getiren ise sistemin özüne dair düşünmemizi sağlayan üç temel bileşenden oluşuyor. Birincisi, medya organlarına sahip olanlar farklı alanlarda yatırımları bulunan holdinglerdir. Dolayısıyla devletle iş yapmaktadırlar. Dolayısıyla da hükümetlerle ilişkileri otosansür yaptırılmasına müsait bir zemindedir. İkincisi, medya çalışanlarının hiçbir sendikal hakkı bulunmamaktadır. Dolayısıyla medya mensuplarının iş güvencesi yoktur, kolayca işten çıkartılabilirler, bu da patronlara ve herkese onları tehdit etmek için gereken aralığı sunmaktadır. Üçüncüsü, hükümetin elinde bulundurduğu araçlarla herhangi bir medya mensubuna veya grubuna adli denetim mekanizmaları işletilerek baskı kurma imkanı bulunmaktadır. Bu adli denetim süreçlerinin "haklılığı"nı da denetleyecek bir alternatif mekanizma kalmadığı için sorun medya grubu veya mensubunun "suç" işleyip işlemediği değil "eylemlerinin politik iktidarın menfaatine olup olmadığı" noktasına kilitlenmektedir.
Apple inşaat işine girerdi
Şimdi Apple böyle bir ülkede kurulmuş bir şirket olsaydı ne yapardı? 1976 yılında kurulan Limak'ın yaptığını yapardı. İnşaat işine girerdi. Neden?
Çünkü Apple kar amacı güden bir şirket. Teknoloji geliştirmek için gereken yatırım süreci uzun ve maliyetli, zaten bunu yapabilecek nitelikli insan da yok. Üstelik hedef olarak sadece özel şahısları almak da "zenginleşmek" için uygun bir yol değil. Zaten devlet de sadece piyasadaki aktörlere satış yapan bir şirketin yaşamasına izin vermiyor. Diğer yandan kamu ihalelerine girerek tek bir müşteriye sunulan hizmetle kısa yoldan büyüme ve yüksek oranlı sermaye aktarımına sahip olma fırsatı bulunmakta. Bütün Türkiye'ye bilgisayar satacağınıza, TOKİ ihalesine girerek yüksek marjlı kamu kaynağını almak çok daha pratik. Üstelik bunun için hiçbir "yenilik" ortaya koymak da gerekmiyor. İnşaat işleri "inovasyon" gerektirmezler, Ar-ge faaliyetine ihtiyaç yoktur, teknik bir hizmetin belirli bir süre ve kalitede sunulması yeterlidir. Bir bina veya baraj yapmak için özgür üniversitelere, bağımsız mahkemelere, özgür bir basına gerek yoktur. İran'da da, Kuzey Kore'de de inşaat mühendisi yetiştirilebilir. Eğer soru bir ihaleyi kimin alıp alamayacağı ise ve bu sorunun cevabı da "politik olarak iktidara en yakın olan"sa, o halde Apple da bu alanda kolaylıkla rekabet edebilir. En önemli şey özgür düşünceli, bilimsel bilgi üreten insanlar değil, iktidarın en hoşuna gidecek cümleleri söyleyen, onun isteklerini harfiyen yerine getiren insanlar olmaktır.
Steve Jobs bunu yapmak yerine, politik olaylarda muhalif bir duruş geliştirirse, birden maliye tarafından basılacağını, fahiş vergi cezalarına maruz kalacağını, iktidar tarafından koordine edilen basın tarafından itibarının linç edileceğini öngörerek, bu haksız rekabete maruz kalmak yerine çimento fabrikası açmayı tercih edecektir.
ABD'deki sistemde Steve Jobs demokratları açıkça destekleyebilir, şirketi George Bush döneminde Demokrat Parti'ye para yardımı yapabilir, LSD kullandığını ve bir zen budist olduğunu söyleyebilir. Çünkü Steve Jobs bu yüzden haksız bir soruşturmaya uğramayacağını, kendisine Amerikan Başkanı'nın açıkça "çapulcu" diye hakaret etmeyeceğini ve "bunun bedelini ödeyeceksiniz" diye tehdit edilmeyeceğini bilir. Kendisine karşı haksız bir soruşturma açılırsa, halka karşı da hesap vermek zorunda olan milletvekillerinin, bağımsız yargının ve basının kendi hakkını savunacağını ve hükümete bunun politik bir maliyet olarak geri döneceğine güvenebilir. Fikir ve ifade özgürlüğünün yerleştiği bu ortamda, özgür üniversitelerden çıkan mühendisleri istihdam ederek teknoloji geliştirebilir. Çünkü hiçbir üniversitenin rektörü öğrencilerinin politik eylemleri yüzünden fırça yemeyeceğini bilmektedir. Harvard'daki öğrenciler ne yaparlarsa yapsınlar molotof kokteylli teröristler olarak lanse edilmeyecektir. Elbette bunun George Bush açısından belirli bir politik maliyeti vardır. Eleştirilecektir. Ancak bu sistemin toplumsal getirisi yıllık 156 milyar dolar cirosu olan 80.000 çalışanlı bir teknoloji şirketine sahip olmaktır.

Nihat Özdemir'e sahip olmakla gurur duymak
Bütün bunlardan vazgeçen bir sistem ise yıllık cirosu 3 milyar dolar olan Limak ve onun patronu Nihat Özdemir'e sahip olmakla gurur duyabilir. Bu sistemde yasama denetimi yoktur, kamu kaynaklarının nasıl harcandığı üzerinden örgütlenmiş politik akımlar, tek elden bütün ülkeyi yönetebilir, üniversiteler suskundur, bağımsız bilgi üretimi yoktur, ar-geye yatırım yapılmamaktadır. Bu sistemin parlak kahramanı Nihat Özdemir de çıkıp açıkça şöyle söyleyebilir:
"Herkes zannediyor ki, iş aldığımda zengin oluyoruz. Halbuki zarar ediyoruz. Para kazanmamız bugünkü sistemde mümkün değil. Yol, baraj, sulama ve bina işinde büyük imkanlarla çalışmamıza rağmen para kazanamıyoruz. Nerede o eski birim fiyatı sistemi, sistem değişti, şimdi yeni sisteme tepki gösteriyoruz"
Nihat Özdemir bu işlerde zarar etmeyi göze alabilir çünkü Nihat Özdemir bir iş alırken ettiği zararın yine kamudan kendisine verilecek ihalelerde gelecek karlarla sübvanse edileceğini, para kazanmanın da bu demek olduğunu bilmektedir.
Rekabetin temel kuralı adil rekabetten çıkıp politik yakınlık olursa, rakiplerle aranızdaki farkı hükümete yakınlığınız belirliyorsa, rakiplerinizin türlü çeşit soruşturmalar ve denetimlerle ezileceğini biliyor, onların kamu ihalelerini asla kazanamayacağından eminseniz, "zarar etmek" kelimesinin de sadece "yatırım maliyeti" anlamına geldiğini bilirsiniz.
15 yıl önce 4 Vestel 1 Samsung ediyordu
15 yıl önce yıllık ciro itibariyle 4 Vestel 1 tane Samsung firması ediyordu. Bugün 55 Vestel 1 tane Samsung firması etmiyor. Güney Koreli Samsung firması 4,5 milyar dolarlık AR-GE yatırımı yapıyor, 4894 patent başvurusu ile dünyada IBM'den sonra ikinci sırada. Vestel ise sıralamada ciddi bir yere sahip değil. Enerji yatırımlarına yoğunlaşıyor.
Çünkü Vestel, "bizden mucit çıkmaz ara eleman ülkesiyiz" diyen insanların bakan olabildiği bir düzende faaliyet gösteriyor. Bu zemin şanlı Limak ihalelerinin dünyayı kıskandırdığı, bir havalimanı projesinin Almanya'yı çığrından çıkardığı vehmi ile komplo teorileri kurup, her özgürlüğün baskı altında olduğu bir ülke olmanın bedelini hepimize ödetiyor.
Steve Jobs Türkiye'de doğsaydı, inşaat sektörüne girer, Apple da çimento fabrikası açardı ve biz de hiçbir özgürlüğün olmadığı bu ülkede, mefkuresi paranoyaya sıkışmış bir iktidarın baskısı altında, yüzde 10 işsizlik oranı ile dünyanın "ara elemanları" olarak yaftalanmaktan daha iyi bir yol var mı diye arardık. Arıyoruz.
Demokrasi maliyetli bir sistemdir ama Apple ancak demokraside mümkün olur
Demokrasi maliyetli bir sistemdir. Karar alma süreçleri yavaştır. Denetim mekanizmaları serttir. Politikacılar mutlaka eleştirilir. Hoşumuza gitmeyen radikal ve marjinal fikirler toplumda seslendirilecektir. Farklı yaşama biçimlerinden insanlar yaşayacak, bu yaşama biçimleri de görünürlük kazanacaktır. Marjinallerin, azınlıkların hakları korunacaktır. Duyduğumuz her şey hoşumuza gitmeyecek, politikacılar da rasyonel konularda hesap vermek zorunda kalacaktır. Evet bir demokraside hayatı tepeden aşağı "dizayn" edemeyiz, öteki gördüklerimize baskı kuramayız ve kendi ahlak anlayışımızı topluma dikte edemeyiz. Ancak bunların karşılığında özgürlük ve adalete kavuşuruz. Tarih bize gösteriyor ki refah ancak özgürlük ve adalet varsa artacaktır. Apple ancak böyle bir düzende mümkün olur.
Demokrasi yoksa, bu maliyeti ödemek istemezsek de, elbette bunun bir sonucu vardır. Başkalarının ürettiği Iphone'ları satın alarak, onların demokratik sistemlerini finanse ederiz ve Nihat Özdemir'lerden mürekkep bir iş dünyasına bakarak işsizlik oranlarını düşünmeye devam ederiz.
Hiçbir toplum, yaşadığı sistemin bir sonucu olmadığını düşünme hakkına sahip değil. Her şeyin bir bedeli var ve biz bu bedellerden hangisinin hepimiz için daha iyi olduğuna da karar vermek zorundayız. Demokrasi veya baskı rejimi, Apple veya Limak. Bu bizim seçimimiz.

22 Haziran 2013 Cumartesi

HDD den Win 7 yükleme

Merhaba arkadaşlar bugün Hdd den usb siz  Win 7 yükledim.
Bunu blogumda paylaşmak istedim
Adım 1 : Alta verediğim linkten
 NT6 HDD Yükleyici TR v2.8.7 yi indirin
Adım 2 :

 Adım 3 :  SEÇENEK 2 Yİ SEÇİN

Adım 4 :

Adım 5 :
                                                                           Adım 6 :




                              Adım 7 :                      


Adım 8 :


Sonuç:


indirme linki : 
http://hotfile.com/dl/131909176/1f6e17d/CRonaldoTRv287.rar.html

20 Haziran 2013 Perşembe

Yeni internet kanunu ve bloglar

Geleneksel medyayı takip etmeyi 4-5 yıl önce bırakmış birisi olarak güncel gelişmelerden genellikle çok sonraları haberim olur :) Bugün RSS takipçimi kontrol ederken bir süredir beğenerek takip ettiğim Lyn’in blogunda Cumhurbaşkanlığı seçimi curcunası arasına sıkıştırılarak meclis’te apar topar kabul edilmiş yeni “Elektronik Ortamda İşlenen Suçların Önlenmesi Kanunu”ndan haberim oldu ve yazısını okuduktan sonra Lyn’in kaygılarına katılıyorum;
Kanundaki o yoruma açık ifadelerden biri de blogları kapsayacak gibi gözüküyor!? Yoksa, Basın Yasası’ndaki gibi bir uygulamayla (gazeteler, dergiler valilikten izin alıp, yayınlarının bir kopyasını ‘yasal bir içerik sunuyorlar mı’ diye denetlettiriyorlardı, polis, savcılık, valilikten izin gerekiyordu…); web sayfaları, bloglar da, ‘biz şu yazıyı yazdık, yayımlamak istiyoruz’ diye, bir yerlere iletmeye mi başlayacağız? Ya da hazırdaki T.C kimlik numaralarımızla online hereketlerimizi yapsak, daha sade bir çözüm olmaz mı?!
Bilemiyorum paranoya bu düzeyi bulur mu, fakat Internet’ten bi’haber vekillerimizin hazırladıkları yasanın hiç de iç açıcı görünmediği kesin. Özellikle içeriğinizden sorumlu olma durumunun çerçevesi blogunuza bırakılacak anonim yorumlardan sorumlu olmaya kadar uzanması ve bağlantı verdiğiniz bir sitenin içeriğinden sorumlu tutulup tutulamayacağınızın göreceli bir esnekliğe bırakılmış olması gerçekten suistimale açık unsurlar gibi görünüyor.
Lyn’in yazısını okumanızı öneriyorum, hatta söz konusu yazıyı yedi cihana duyurması için Blog Kazanı‘na iletiyorum :)

WordPress 2.2 “Getz”

Geleneksel medyayı takip etmeyi 4-5 yıl önce bırakmış birisi olarak güncel gelişmelerden genellikle çok sonraları haberim olur :) Bugün RSS takipçimi kontrol ederken bir süredir beğenerek takip ettiğim Lyn’in blogunda Cumhurbaşkanlığı seçimi curcunası arasına sıkıştırılarak meclis’te apar topar kabul edilmiş yeni “Elektronik Ortamda İşlenen Suçların Önlenmesi Kanunu”ndan haberim oldu ve yazısını okuduktan sonra Lyn’in kaygılarına katılıyorum;
Kanundaki o yoruma açık ifadelerden biri de blogları kapsayacak gibi gözüküyor!? Yoksa, Basın Yasası’ndaki gibi bir uygulamayla (gazeteler, dergiler valilikten izin alıp, yayınlarının bir kopyasını ‘yasal bir içerik sunuyorlar mı’ diye denetlettiriyorlardı, polis, savcılık, valilikten izin gerekiyordu…); web sayfaları, bloglar da, ‘biz şu yazıyı yazdık, yayımlamak istiyoruz’ diye, bir yerlere iletmeye mi başlayacağız? Ya da hazırdaki T.C kimlik numaralarımızla online hereketlerimizi yapsak, daha sade bir çözüm olmaz mı?!
Bilemiyorum paranoya bu düzeyi bulur mu, fakat Internet’ten bi’haber vekillerimizin hazırladıkları yasanın hiç de iç açıcı görünmediği kesin. Özellikle içeriğinizden sorumlu olma durumunun çerçevesi blogunuza bırakılacak anonim yorumlardan sorumlu olmaya kadar uzanması ve bağlantı verdiğiniz bir sitenin içeriğinden sorumlu tutulup tutulamayacağınızın göreceli bir esnekliğe bırakılmış olması gerçekten suistimale açık unsurlar gibi görünüyor.
Lyn’in yazısını okumanızı öneriyorum, hatta söz konusu yazıyı yedi cihana duyurması için Blog Kazanı‘na iletiyorum :)